0530 708 54 54
0530 708 54 54

YAZARLAR

Küreselleşme hayalleri, teknoloji palavraları

Küreselcilik son 35 yılda bütün dünyada özellikle yoksulluğu ve eşitsizliği artırdı. Bu da her yerde, hatta kapitalizmin merkezi olan ABD’de bile tepki uyandırdı. Orta ve alt sınıfların isyanı Trump’ı başa getirdi. Kontrolsüz bir piyasa, finans sermayesinin her yerde istediği gibi at oynatması dünya tarihinde hep aynı sonucu vermişti: Ya totaliter rejimler, ya da barbarlık. 

Ekonomi ve milli irade 

Üçüncü bir şık ise güçlü devletlerin milli irade adına ekonomiyi kontrol altına almasıdır. Türkiye de ayakta kalabilmek için işte bu yola girmek zorundadır. 

Son 35 yılda Amerikancılık ve AB değerleri savunuculuğu Türkiye siyasetinin baskın akımı haline gelmişti. Neyse ki, 2008’de başlayan dünya finans krizi küreselci liberalizmin sonunu getirdi de bu yolun yanlışlığı anlaşılmaya başlandı. Daha sonra Batı’daki ekonomik iflası siyasi yıkım takip etti. Özellikle siyasal nedenlerle ABD boyunduruğundan kurtulma sürecine giren Türkiye yavaş yavaş ve her alanda milli ve yerli değerlere dönüyor. 

Küreselleşme zorunlu mu? 

Şimdi küreselcilik kendi anavatanında darbeler alırken, eski alışkanlıklarından kurtulamamış olanlar hâlâ bir direniş çizgisi arıyorlar. Trump’a yönelik yıpratma kampanyalarından, Brexit’i aşırı sağın işi olarak ilan edenlerden söz etmiyorum. Bir de olaya ekonomik ve teknolojik açıdan bakanlar var. Bunların iddiaları şudur, bir küreselleşme vardır, bir de küreselcilik. Küreselci olmasak bile dünyanın doğal olarak küreselleştiğini kabul edip ona uygun davranmamız gerekir. Küreselleşmenin teknolojik gelişimin kaçınılmaz sonucu olduğunu ve buna karşı çıkılamayacağını iddia eden bu görüş de temelsizdir. 

Küreselleşme yaygın tanımına göre pazarların birleşmesi ve giderek liberalleşen (serbestleşen) dünya pazarında sermaye, mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşımdır. Aslında, olaya daha yakından baktığımızda bu süreçte ekonomi ya da teknolojiden çok sistemin merkezindeki ülkelerin küreselleşip, egemenliklerini yer kürenin her tarafına yaydıklarını görmekteyiz. Dünya sisteminin başını çeken ülkeler, planlı bir organizasyonla kendi sermaye, mal ve hizmetlerini dünyanın dört bir tarafına ulaştırmışlar, bunu yaparken de önlerinde engel oluşturan ulusal duvarları her şekilde yıkmışlardır. 

Sömürgeciliğin ta kendisi 

Küreselleşme, finans sektörünün merkezinin Batı’da bulunduğu gerçeğini değiştirmemiş hatta bu konumu daha da sağlamlaştırmıştır. Mal ve hizmetler konusunda ise asıl eğilim, şirket merkezlerinin, proje ve teknolojilerin, marka ve kimliğin Batı’da kalması ve Doğu’nun taşeronlaştırılmasıdır. Bütün bu gerçekler ortadayken küreselleşmeyi hâlâ doğal bir gelişim olarak sunmak bizden Batı’nın bize biçtiği kölelik rolünü kabul etmemizi istemekten başka bir şey değildir. Bu da bize değişim diye sunuluyor. Hâlbuki değişim iyiye doğru da, kötüye doğru da olabilir, 1980’den bugüne dek ekonomik anlayışlar konusunda bize dışardan dayatılan IMF, Dünya Bankası ve AB kökenli tüm değişim önerileri ekonomimizi dışa bağlı kılmak için olmuştur. 

Hani bizim yetkili ekonomistlerin dillerinden düşürmedikleri “reformları hızlı bir biçimde gerçekleştirmek” ifadesi vardır ya, bu cümle her şeyi açıklamaktadır. Bunun anlamı ülkemizin küresel sermayeye ve finans lobisine koyduğu bütün engelleri kaldırıp, ekonominin kapılarını akbabalara sonuna kadar açmaktır. 

Tıpkı eski Hindistan 

Son dönemdeki küreselleşme tamamen kapitalist dünya sisteminin yaygınlaşmasından ibarettir. Bugünkü küreselleşmeyi övmek için getirilen “teknolojinin gelişmesi”, ”farklı kültürlerin karşılaşması”, “dünyada turizmin artması” vs. gibi bahanelerin tamamı 19’uncu yüzyıldaki sömürgecilik övgüsünün benzerleridir. Nitekim İngilizler de Hindistan’ı güzelce “küreselleştirmişler” ve oralara sözde medeniyetle beraber kan ve ölüm götürmüşlerdi. Yine o dönemde tıpkı 1990’lardaki gibi sahte “İslamcılık” akımları, oryantalistler, “80 Günde Devriâlem” gibi teknoloji övgüleri gırla gidiyordu. 

Devletsiz pazar olmaz 

Küreselciliği küreselleşme adı altında pazarlayanların bir başka dayanakları da bir dünya pazarı oluşumunu 18 ve 19’uncu yüzyıllardaki ulusal pazarların oluşumuna benzetmektir. Onlara bakılırsa eskiden nasıl mahalli pazarlar bir ulusal piyasada birleşmişse, bugün de küresel bir pazarın ortaya çıkması olumludur. İlk bakışta mantıklı gibi gelen bu açıklama aslında son derece çürüktür. Ulusal pazarlar ulus devletlerle birlikte ortaya çıkmıştır ve milli egemenliği temsil eden devlet kendi vatandaşlarını piyasanın zararlı etkilerine karşı yasalarla koruyabilmiştir. Oysa küreselleşme adı verilen süreçte kapitalizmin merkez ülkeleri bile küresel sermayenin ve en başta finans sermayesinin saldırılarından kendi halkını koruyamamıştır. En gelişmişleri dâhil dünyadaki ülkelerin çoğunda gelir dağılımı iyice bozulmuştur. 

Bir insanlık suçu 

Büyük ekonomist ve düşünür Polanyi’nin dediği gibi ekonomi mutlaka toplumun denetimine sokulmalıdır. Bu ya barışçı yollardan yapılacaktır, ya da iki dünya savaşı arasında olduğu gibi barbarlık geri gelecektir. Devletin, yani milli egemenliğin kural koyarak yönlendirmediği bir piyasa aslında bir hayaldir. Küresel bir ekonomiyi kontrol edecek demokratik bir kurum, tüm insanların, yani milletlerin iradesini temsil edecek bir mekanizma olmadan küreselleşme de, küreselcilik de yanlış ve çıkmaz bir yoldur.  Diktatörlüğe, savaşlara, totaliter rejimlere götürür. Küreselci liberallik işte bunun için gerçek bir insanlık suçudur.

 

Kayahan Uygur Diğer Yazıları

6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca hazırlanan aydınlatma metnimizi okumak için buraya, mevzuata uygun çerez politikamızla ilgili detaylı bilgi almak için buraya, gizlilik politikamızla ilgili detaylı bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.
closeX