Meltem Kaptan: "Adile'nin ışığı samimiyet ve sempatiden oluşan bir bağ"
Yayın Tarihi: 12 Kasım 2025 Çarşamba 15:17:00
Güncelleme Tarihi: 12 Kasım 2025 Çarşamba 15:17:00
Berlin Film Festivali'nde kazandığı “En İyi Başrol Performansı” ödülüyle uluslararası arenada adından söz ettiren Meltem Kaptan, şimdi Türk sinemasının efsane ismi Adile Naşit'i canlandırdığı yeni filmiyle karşımızda. Başarılı oyuncu Almanya - Türkiye arasında kurduğu köprüyle hem sahnede hem beyaz perdede içtenliğin, sıcaklığın ve insan hikâyelerinin temsilcisi olarak adından söz ettiriyor.
HABER MERKEZİ
Onu tanıdıkça, kahkahalarının ardında büyük bir hikâye saklı olduğunu anlıyorsunuz. Sinemamızın en unutulmaz figürlerinden Adile Naşit'i beyaz perdede canlandıran Meltem Kaptan, bu yolculukta kendisini en çok, Adile'nin kusursuzluk değil samimiyetle parlayan ışığının büyülediğini dile getiriyor. Kaptan ile hem bu özel rolü hem de sanatın insana iyi gelen taraflarını konuştuk.
Almanya'da büyüyüp Türkiye'yle güçlü bağlarını koruyan biri olarak, iki kültür arasında yetişmek size nasıl bir bakış kazandırdı? Bu çok kültürlü yapı, oyunculuk dilinize nasıl yansıyor?
İki kültürün çocuğu olmak, sanat açısından gerçekten büyük bir avantaj. Çünkü bir kültürü uzaktan izleyebilmeniz, onu daha dikkatli incelemenizi sağlıyor. İnsan, bir şeyin tam içindeyken bazı ayrıntıları göremeyebiliyor. Ama biraz uzaklaştığınızda, o an fark edilmeyen şeyleri daha net görebiliyorsunuz. Bu durum özellikle komedide çok önemli. Bir kültürün neye güldüğünü, neye üzüldüğünü daha iyi anlayabiliyorsunuz. İki kültür arasında kıyaslama yapabilme şansınız oluyor ve ben bunun büyük bir zenginlik olduğuna inanıyorum. Avantajlarından biri de şu; iki kültürden de sizi besleyen yanları alabiliyor, kendi değerlerinizi bu şekilde zenginleştirebiliyorsunuz. Yani aslında iki kültürlü olduğunuzda bir seçim hakkınız oluyor.

Oyunculuğa olan ilginiz ilk olarak ne zaman başladı?
Sanata ilgim çok erken yaşlarda başladı. Anneme sorarsanız dört yaşında hatta... Çünkü kasetler hâlâ duruyor odamda. Dört yaşındayken kasetlerde şov yapmışım; sunuculuk yapmışım, artist olarak çıkmışım, şarkılar söylemişim. Bir programım varmış gibi davranıp sürekli bu programa farklı farklı konuklar davet ediyormuşum ve o konukları da ben oynuyormuşum. Annem de bunların hepsini kasete alıyordu. Oradan itibaren çok küçük yaşta başka karakterlere girme, oyun oynama ve hayal gücü kullanma başladı. Sonra ilkokulda tiyatrodaydım. Her zaman tiyatro vardı hayatımda. Üniversiteye girdiğimde de tiyatro vardı. Sonra stand-up, ardından filmler ve böyle böyle hepsi oluştu. Ama her şeyin başlangıcı okul tiyatrosuydu diyebilirim.
İlk kez "bu benim yolum" dediğiniz bir an hatırlıyor musunuz?
Küçüklüğümü bilenler çok sanatsal bir çocuk olduğumu söylerler. Mesela resim yapmayı çok severdim ve bazen saatlerce bir resmi, bir rengi inceleyebilirdim. Sanatsal yönüm çok erken gelişti. Ama kariyerim ve yolum dediğim anı çok net hatırlıyorum. Kendim bir stand-up hazırlamıştım ve Köln'de, 250–300 kişilik küçük bir sahneye çıktım. Stand-up'ı ilk kez deneyenlerin çoğu, kimsenin gülmediği bir an yaşar ve kahrolur. Ben de bunu bekliyordum ama aksine seyirciler çok güldü ve ortam o kadar keyifliydi ki... O gülüşleri duyduğumda ve yazdığım esprilerin gerçekten hoşlarına gittiğini hissettiğimde, içimden "bu senin yolun" dedim. İşte o andan sonra kararımı vermiş oldum.
Uzun yıllar komediyle tanındıktan sonra "Rabiye Kurnaz vs. George W. Bush" filmindeki performansınızla bambaşka bir yönünüzü ortaya koydunuz. Bu geçiş sizin için nasıl bir duygusal ve profesyonel deneyim oldu?
Ben stand-up'la başladım. Güldürmenin ve gülmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum, hâlâ da öyle. Hele ki bu zamanda, gerçekten çok kıymetli. Ama bir süre sonra sadece bunun bana yetmediğini hissettim. Çünkü bir sanatçı, hayatın her yönünü canlandırabilmeli. Hem komik hem de üzücü anları... Yani bir bütün olmalı. Ben de hep o bütünlüğü aradım. Birkaç yıl komedi yaptıktan sonra, artık işin diğer taraflarını da keşfetmem gerektiğini düşündüm. İçimde derin ve duygusal alanlara yönelme isteği vardı. "Keşke şöyle bir film teklifi gelse de o taraflara da dokunabilsem" diyordum. Ve sanki çağırmışım gibi, o hafta Rabiye Kurnaz filminin teklifi geldi. Altı aylık bir audition sürecinin ardından bu rolü oynama fırsatı buldum. O noktada her şey benim için bir bütün haline geldi. Çünkü sanatçı, gerçekten gerçekçi olmak istiyorsa, hayatın her yönünü anlayabilmeli ve onu ekrana taşıyabilmeli. Tabii ki hala stand-up yapıyorum ama sadece onu yaptığınızda sürekli şehirden şehre dolaşıyorsunuz, otellerde yalnız kalıyorsunuz... Bir noktadan sonra, "birlikten güç doğar" düşüncesiyle, bir ekip içinde, birçok insanla birlikte üretme isteği doğuyor. Film de tam olarak böyle bir şey. Bir aile kuruyorsunuz ve o aileyle birlikte güzel bir şey yaratıyorsunuz. Bu da benim içimde hep var olan bir arzuydu.

Bu film ile Berlin Film Festivali'nde kazandığınız "En İyi Başrol Performansı" (Silver Bear) ödülü, hayatınızda nasıl bir kapı araladı?
Berlin Film Festivali'nin en önemli noktası, uluslararası bir film festivali olması ve bütün dünya film sektörünün burada buluşması. Orada tanıştığınız insanlar, atmosfer ve bu uluslararası çalışma alanı bambaşka bir şey. Bana da burada uluslararası film dünyasına doğru bir kapı açıldı ve bu sektörü daha yakından tanımaya başladım. Ödül konusuna gelirsek... Bir sanatçı olarak ben yaptığım filmleri hiçbir zaman ödül için yapmıyorum. Önemli olan, onu gerçekçi bir şekilde yapmak, kendini tamamen sanata adamak ve en hakiki şekilde onun hakkını vermeye çalışmak. Bunun sonu ödül olur mu olmaz mı, bunu hiç düşünmüyorum bile. Çünkü benim için en gerçek an; o an yaptığım, o ana hazırlandığım ve oynadığım andır. Tabii ki ödül almak yaptığınız şeyin insanlara ulaşması, beğeni alması açısından çok güzel bir şey. Ama bana göre asıl önemli olan, o anın hakkını vermek ve onu olabilecek en gerçekçi şekilde oynamak istemektir. Tabii şöyle bir gerçek de var; ödül sadece işi kolaylaştırmıyor, zorlaştırıyor da. Çünkü ben zaten mükemmeliyetçi bir yapıya sahibim. Ondan sonra sanki her yaptığımın yüzde yüz olması lazım, artık hiç hata kabul edilmez gibi hissettim ve hissediyorum. Başkalarının bana karşı beklentisinin de arttığını hissediyorum. Yani ödüller aynı zamanda bir beklenti yükü de getiriyor. Ama zaman zaman bunu unutup her projeme yeniden yaklaşıp yine gerçekçi olmaya çalışıyorum.
Uluslararası arenada Türk bir kadını temsil etmek nasıl hissettirdi?
Tabii ki Türk kökenli bir kadın olarak uluslararası bir film festivalinde yer almak çok güzel bir duygu. Bir de ben her zaman şunu söylerim; bizim Türkiye'deki oyuncularımız mükemmel. Sanki oyunculuk kanımızda var gibi... O kadar iyi oyuncularımız var ki zaten birçok uluslararası film festivalinde yönetmenlerimiz ve oyuncularımız yer alıyor. Ve ben bunu dünyaya daha çok duyurmak istiyorum: "Bakın, bizim çok harika oyuncularımız var, mükemmel oyuncularımız var." Bence çok daha fazla enternasyonal film dünyasında yer almamız gerekiyor. Umarım ve eminim ki bu gittikçe daha da artacak.

Yeni filminiz Adile için neler söylemek istersiniz?
Adile Naşit filmi bana göre çok sıcak bir yapım. Film, bir karakter yolculuğunu anlatıyor ve Adile Naşit'i olduğu gibi, son derece samimi bir şekilde yansıtıyor. Ayrıca filmi geçmişte bırakmak yerine, bugüne taşımaya çalıştık; yani günümüze seslenen bir hikaye ortaya koyduk. Yaşadığı tüm acılara rağmen hala gülebilen, güldürebilen ve sahneye çıkabilen güçlü bir kadının portresi. Kendin olmanın ve sevilmenin zamanı olmadığını öğreten, zamansız bir film.
Herkesin kalbine dokunan, birçoğumuzun çocukluğunun unutamadığı, çok sevdiği bir ismi canlandırmak nasıl hissettiriyor?
Adile Naşit, Türkiye için gerçekten çok önemli bir insan, adeta baş tacı diyebilirim. Hem bir aktris olarak olağanüstü bir yeteneğe sahip, hem de sıcaklığı, içtenliği ve samimiyetiyle küçük büyük herkesin gönlünü fethetmiş biri. Adile Naşit'i oynamak benim için çok heyecan verici ama bir o kadar da ürkütücüydü. Çünkü sonuçta bu özel insanın hakkını vermek istiyorsunuz. Bu süreçte gerçekten kendimi eve kapattım, sadece çalıştım ve onun duygularına yaklaşmaya, onu anlamaya odaklandım. Benim için asıl önemli olan, bir tipleme yaratmak ya da ona fiziksel olarak benzemek değildi, onun duygularına olabildiğince samimi bir şekilde yaklaşmak ve o duygu yolculuğunu içtenlikle yansıtabilmekti.
Bu hikâyede sizi en çok etkileyen, belki de kalbinize dokunan taraf ne oldu? Role nasıl hazırlandınız?
Öncelikle bütün arkadaşlarıma elveda dedim ve "Şimdi kapanıp Adile'yi çalışacağım?" diye düşündüm. Ardından önce çok fazla film izledim. Tüm filmlerini izlemek mümkün değil çünkü sayısız filmi var, ama çokça izledim. Sonra enerjisini anlamaya, ses tonuna yaklaşmaya çalıştım. Ardından yaklaşık iki hafta sadece gülüşüne çalıştım. Enteresan bir gülüşü vardı. Gülüşünde ne nefes alıyor ne de veriyordu. Nefesini tutup çok uzun bir süre gülebiliyordu. Sonrasında vücut dilini gözlemledim. Tabii ki, kamera önünde ve arkasında nasıldı, gençliğinde nasıl bir yürüyüşü vardı, yaşlandığında vücut dili nasıl değişmişti gibi ayrıntılara baktım. Her detaya dikkat etmeye çalıştım. Mesela gülüşü her zaman aynı değildi; duruma göre farklı tonlarda gülüyordu. Ama her zaman içtenliğini ve hakiki duygularını yansıttığını anlamaya çalıştım.

Sinema çoğu zaman belli kalıplar içinde "güzel"i tanımlar ama Adile o kalıpları kıran bir figürdü. Sizce onun hikâyesi, sektördeki bu algıları dönüştürmek için bugün de bir referans olabilir mi?
Adile Naşit hiçbir zaman o güzellik standartlarına ve kalıplarına uymamış ama onlara meydan okumuş. Ona "öteki", "farklısın", "kusurun var, bacakların kısa, kilolusun" denilen noktaların hepsini, samimiyeti ve sıcaklığıyla yok edebilmiş çünkü sanata odaklanmış. Bu standartları kuranlara resmen meydan okumuş. Ve bu film bu yüzden bugün için de geçerli, çünkü bu standartlar hâlâ var. Sanatçılar, özellikle kadınlar, hâlâ bu belirli standartlara uymaya çalışıyorlar. Oysa sanat, medya, filmler halkı temsil etmeli. Hakiki hayatı temsil etmeli. Gerçek hayatta sadece 90-60-90 yok; zayıf, uzun, kısa, kilolu... Her türlü insan var. Ve bence ne kadar renkli bir çerçeve kurabilirsek o kadar gerçekçi olur ve izleyici kendini görebilir. Böyle olursa, bu standartlara uyma fikri de azalır. Ben de bunu çok yaşadım. Türk kökenli biri olarak, Almanya'da, kilolu, kısa boylu biri olarak çok fazla "öteki" olma hissini yaşadım. Ama sanata olan sevgim ve bağımlılığım her zaman daha büyük bir hırs verdi bana: "Hayır, ben de bu sanat dünyasının eşit bir üyesiyim." Bu, tabii ki çok mücadele isteyen bir şey. Ama bunu aşmak zorundayız. Çünkü biz "farklı" tanımlananlar bu yolu çizdiğimizde, bu düşüncelerin yavaş yavaş değiştiğine inanıyorum ve çok daha gerçekçi bir tablo çizebileceğimize inanıyorum.
Adile'nin ışığı kusursuzluktan değil, samimiyetten geliyordu. Sizce bugün seyirciyle bağ kurmanın yolu hâlâ içtenlikten mi geçiyor?
Evet, Adile'nin ışığı kesinlikle samimiyetten ve sempatiden oluşan bir bağ. Ama aynı zamanda hiçbir zaman izleyiciyi küçük görmemiş, bilgisiz görmemiş; her zaman izleyiciyle kendini eşit tutmuş. Bir sanatçının kendini izleyiciyle aynı seviyede tutması çok önemli. Kendini "uzaylı" gibi görüp mesafe koymaması gerekiyor. Hakiki ve samimi olduğunuzda öyle bir yakınlık oluşuyor ki, bu yakınlık artık güzellik standartlarının ötesine geçiyor ve doğrudan izleyiciyle bağ kuruyor.
Set atmosferi nasıldı, unutamadığınız bir an var mı?
Setimiz çok sıcaktı ve şöyle diyeyim; o ortamda gerçekten çok büyük bir destek vardı. Sanki o dönemdeki dostluk, beraberlik ve kolektif ruh setimize de yansımıştı. Ama aynı zamanda çok büyük bir ciddiyet de vardı çünkü herkes rolünün hakkını vermek, iyi olmak için çok azimliydi. Bu yüzden setimize hem profesyonel hem de çok ciddi bir çalışma atmosferi hakimdi. Bu sıcaklık beni çok etkiledi, birinci olarak o... Ama tabii ki çok güzel anılar da yaşandı. Çocuklar sette olduğu zaman çok farklı bir enerji oluşuyordu. Sanki çocuklar o an Adile Naşit'i görmüş gibi farklı bir duyguya giriyorlardı ve bunu hissetmek, yaşamak gerçekten çok özeldi. Adile Naşit'in "uykudan önce programı"nda söylediği veda sözlerini çektiğimiz sahnede tüylerim diken diken olmuştu. Bir kerede çektik onu ve orada bunu o kadar yoğun hissettim ki... Zaten hep hissediyordum ama orada sanki artık yanımızda olmadığını ama ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu çok daha farklı bir şekilde hissettim.

Oynadığınız rollerin çoğunda güçlü, kendi yolunu çizen kadınlar var. Bir oyuncu olarak bu hikâyeleri anlatmak sizin için ne ifade ediyor?
Kendi yolunu çizen, çok üzücü şeyler yaşamasına rağmen hala ayakta kalabilen, o güce sahip kadınları oynamak bizim için de bugünün dünyasında da çok önemli. Çünkü bu hikayeler umut veriyor ve buna gerçekten çok ihtiyacımız var. Yaşadığımız olumsuzlukların bizi tamamen karamsar ve pasif hale getirmemesi için umut gerekiyor; aktif kalmak, yılmamak, devam etmek için... Belki de bu tür karakterler bize tam olarak bunu öğretiyor: devam etmeyi, pes etmemeyi ve hala umut dolu olabilmeyi. Ben de böyle bir karakteri oynarken bundan çok şey öğreniyorum. Bu tür hikayeler, filmler ve karakterler çok kıymetli. Bana böyle güçlü bir karakteri oynama fırsatı sunmaları ve oyunculuğuma inanmaları beni gerçekten çok mutlu ediyor.
Bir karakteri çalışırken "duygusal bağ kurma" süreciniz nasıl? Gerçek hikâyelerle çalışmak size ekstra bir sorumluluk hissettiriyor mu?
Gerçek hikayelerle çalışmak her zaman bambaşka bir sorumluluk. Özellikle Rabiye Kurnaz filminde, onun hikayesinin içine sinmesini, filmi sevmesini çok istedim. Bana "Ben sizi değil, kendimi gördüm ekranda" dediğinde, bu beni inanılmaz mutlu etmişti. Çünkü sonuçta, böylesine yara almış bir insanı performansınızla kırmak değil, aksine yüceltmek ve onu mutlu etmek istiyorsunuz. Bu yüzden böyle projeler çok farklı bir sorumluluk taşıyor. Gerçekten samimi olmayı, içtenliği gerektiriyor. Hakkını verebilmek için sizin de kendinizi bütünüyle o yolculuğa adamanız gerekiyor.
En çok ilham aldığınız isimler kimler?
Meryl Streep, Shirley Bassey, Barbra Streisand, Bette Midler diyeyim... Bu kadınlar beni her zaman çok etkilemiştir. Çünkü sanatta bütün farklı yönleri birleştirmişler. Hem komedi, hem derin duygusal filmler, hem şan/şarkı, hem müzikal... Bütün bunları her zaman bir araya getirmişler ve sanata bütünsel bir gözle bakmışlar. "Sadece solistim, sadece komedyenim ya da sadece oyuncuyum" değil; bir sanatçının her şeyi birleştirmek zorunda olduğunu düşünmüşler. Ve hepsi çok güçlü kadınlar; duygularına hakim olan, kendi yolunu çizen kadınlar. Şimdi yurt dışına baktığımızda böyle isimler görüyoruz ama Türkiye'de de tabii ki beni çok çok etkileyen sanatçılarımız var. Almanya'da da var. Mesela beni gördüğüm an gözlerim dolup çok duygulandıran biri Şener Şen'dir. Onun o derin gözleri, bakışı... Hakkında konuştuğum zaman bile hemen duygulanırım. Çünkü o da eskilerden bugüne o sıcaklığı taşıyıp hâlâ koruyabilen oyuncularımızdan ve insanlarımızdan biri.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Benim bir günüm diğerine hiç benzemez. Zaten oyuncu olarak çoğu zaman farklı şehirlerde çalıştığım ve çekim yaptığım için, bazen kendimi sürekli yollarda gibi hissediyorum. Sanki evime bir türlü dönemiyormuşum gibi. Bu yüzden günlerimin nasıl geçtiğini net bir şekilde söylemem gerçekten zor. Ama şunu söyleyebilirim, aslında çok evcimen bir yapım var. Evde olduğum zaman resim çizerim, yağlı boya yaparım, yemek pişiririm, dekoratif şeylerle uğraşırım. Bu tür şeyleri gerçekten çok severim yani evde olmayı, o sakinliği de en az seyahat kadar severim.
Sizi güldüren, motive eden ya da konsantre olmanızı sağlayan küçük alışkanlıklarınız var mı?
Böyle birçok alışkanlığım var. Özellikle sette biri beni güldürdüğünde ama ciddi kalmam gerektiğinde, konsantre olabilmek için serçe parmağıma bakar, ona odaklanırım. Beni en çok güldüren ise her zaman kardeşim olmuştur. Bazen bana bir söz ya da video gönderir. Bu da hemen moralimi yükseltir. Zaten benim neye güldüğümü çok iyi bildiği için aramızda böyle bir bağ var.
Oyunculuk kariyerinizde bundan sonra keşfetmek istediğiniz yeni bir alan var mı?
Her hikaye, her karakter zaten yeni keşfedilen bir alan; her zaman yeni bir sınav gibi ve hiç bitmiyor. Biraz da kendime çok zıt olan karakterleri ya da bazen çok öfkeli bir karakteri keşfetmek isterim. Daha çok uluslararası çalışmak isterim; farklı insanlarla, farklı background'lardan gelen sanatçılarla bir araya gelip çalışmak güzel olur. Mesela biraz daha müzikali şanla, filmle bağlamak ya da komediyi filmle bağlamak gibi... Bu bağlantıları kuran dünyalara girmek iyi olabilir. Genel olarak farklı dünyaları birbirine bağlayan şeyler ilgimi çekiyor.

Kendinizi beş yıl sonra nasıl bir yerde görüyorsunuz?
Bu gerçekten zor bir soru. Şu anda daha çok "şimdi"ye odaklanmak istiyorum; bana sunulan projeleri en iyi şekilde değerlendirmek ve onların hakkını vermek istiyorum. Beş yıl sonra ne olur bilemiyorum ama tabii ki Türkiye'de daha fazla çalışmak, uluslararası projelerde yer almak ve güzel filmler yapmak isterim. Aynı zamanda sahneyi de hiçbir zaman unutmamak...
Sanatın dönüştürücü gücüne inanan biri olarak, bugün izleyiciye hangi duyguyu bırakmak istersiniz?
Umut bence en büyük en önemli duygularımızdan bir tanesi ve elbette yola devam etmek.
Oyunculuk alanında ilerlemek isteyen gençlere tavsiyeleriniz var mı?
Tabii ki var, hem de çok var. Burada da "devam etmek" diyorum çünkü biri kapıyı suratınıza kapatsa da devam etmek, bu sefer pencereden girmek... Ün, şöhret, tanınma, meşhur olma gibi bana göre önemli olmayan, yanlış olan şeylere inanmak değil de daha çok sanata yönelmek, gerçekten aşkla o işi yapmak... Bu tür şeyleri unutmak, meşhur olma gibi şeyleri hiç düşünmemek ve sadece yaptığınız işe odaklanmak. Ve iyi arkadaş seçmek... Size "yapamazsın, sende kabiliyet yok" diyenlere değil; size inanan insanlarla arkadaş çevrenizi oluşturmanız gerekiyor. Çünkü inanın "yapamazsın" diyen sanat camiasında çok insan olacak. Oysa arkadaş çevrenizin çok güçlü olması, size inanması lazım. Ya da ailenizin size inanması gerekiyor. Bu meslekte destek gerçekten çok önemli bir şey. Duygusal anlamda zor bir meslek; tam "rollercoaster" dediğimiz türden; her zaman "up & down" olan... Kendinizi bazen çok güçlü bazen çok güçsüz hissettiğiniz anlar olacak ama yılmadan devam etmek ve bu tarz duyguların da her zaman sanatın bir parçası olduğunu bilmek...
Çekimde çok pozitiftiniz, hep böyle misiniz? Modunuz düştüğünde nasıl toparlarsınız?
Çevremdeki insanlar genelde beni çok pozitif biri olarak algılıyor. Ama tabii ki benim de çok üzücü şeyler yaşadığım oldu ve çok derin, duygusal bir tarafım da var. Melankolik bir tarafım bulunuyor. Çocukluğumdan beri hayatın aktığını, zamanın aktığını ve güzel anıları tutamadığımızı, avucumuzdan akıp gittiğini hep hissetmişimdir. Çok mutlu ve duygusal bir an yaşadığımda bile, onun arkasından her zaman melankolik bir sızı hissederim. Çünkü güzel anları tutamadığımızı bilirim. Hayat çok kısa ve zaman çok çabuk akıp giden bir şey maalesef. Bu yüzden ne kadar pozitif olsam, güldürsem de; her zaman çok derin, melankolik bir tarafım var.
Sizce bugün, farklı ve aykırı olmak hâlâ bir yıldızın parlamasına engel mi yoksa tam tersine bir güç mü?"
Bugün farklı ya da alışılmışın dışında olmak hâlâ bir risk gibi görülse de, bunun sizi parlatıp parlatmayacağı tamamen size bağlı. Siz kendinizi kabul edebiliyorsanız ve bunu hissettirebiliyorsanız çok daha otantik, çok daha sahici olursunuz ve insanlar bu yolculuğu sizinle yürür. Ama kendinizle iyi bir diyaloğunuz yoksa, kendinizi kabul etmiyorsanız; dışarıdan gelen her kötü söz, sosyal medya, yorumlar sizi kolayca pasifleştirebilir. Ama bunları duyup yine de devam edebilmek, pes etmemek ve yolunuza sanatçı olarak devam edebilmek için kendinizle barış içinde olmanız gerekir. Çünkü bu ancak o zaman mümkün.


















